Yine aynı haltı yedim. Paylaşmak istiyorum.
Hayatta başıma gelen şeyleri karmaya bağlamam pek. Kah aklıma yatar kah yatmaz. Dua ederim. Şükrederim. Bazen de işte herkes gibi of neden ya diye söylenirim. 2004’te yaşadığım bir olay aslında bana ders olmuştu.
Gazetede editördüm. Hafta sonu eklerinde. Bir öğrendim ki benim aldığım gerçek editör maaşı değil. Fena bozuldum. Bir türlü de yükselmiyordu. Çıldırıyordum. Argo olacak ama altı senedir “it gibi” çalışıyorum ama artık yeter diye söyleniyordum. Önceki iki sene özel ders vermeyi de ekleyince ediyor 8 sene. Ve sen hâlâ adam gibi kazanamıyorsun. Sinirliydim. Çok sinirliydim. Bir gün “aaaaa yeter artık, ben de kolay para kazananlardan olmak istiyorum, azıcık yatıp dinlenmek istiyorum” dedim. Dedim ve… Abimin düğününün ertesi günü hastaneye kaldırıldım. Deli gibi zayıflıyordum, hep düğün heyecanına vermişlerdi. Meğer fena hastalanmışım. Düğünü hatırlamıyorum. Aklımda kalan, o günkü karın ağrısı ve tek şey ertesi gün kucakta hastaneye gitmem. Ateş yok, bir şey yok, karın ağrısı ve halsizlik…
Neyse. Gittik işte. Hastanedeyim de elimi kolumu oynatamıyorum. “Karaciğer değerleri kötü, hayati riski var” demiş nöbetçi doktor. Annemler ayılıp bayılmışlar. Sonuç olarak aslında o sevgili (!) doktor yanılmış, sarılık olmuşum. Çocukların geçirdiklerinden, Hepatit A. İyi yıkanmayan salata gibi şeylerden bulaşan, kalıcı etkisi olmayan fakat çocukken kolay, büyükken zor atlatılan bir hastalık işte. Yaş 26 olunca ağır gelmiş. Yaklaşık 2 hafta hastanede, 4 hafta evde yattım. İstemesen de yatıyorsun, çünkü başın kaşınınca kolunu kaldıramıyorsun.
Peki bu süre zarfında ne oldu? Yayın yönetmeni değişti, maaşım diğerleriyle eşitlendi. Üzerine bir de herkesle aynı anda zam aldım. Bildiğiniz “yattığım yerden, işe gitmeden, kılımı bile kıpırdatmadan para kazandım.” Ve bir daha da asla öyle cümleler kurmadım.
Hep dikkat ettim ağzımdan çıkanlara.
Ama son zamanlarda yorgundum. Arkın’la tartışırken de “Benim gibi hem evin işlerini yetiştir, hem çocuğumuza kendin bak hem de aynı anda bilmem kaç farklı iş yap da görelim bakalım” diye söyleniyordum. Yaşadığım tempoyu seviyordum, nihayetinde benim seçimim ama o beni kızdırınca bunlar çıkıyordu ağzımdan. Bir de “aman sana muhtaç olmak istemiyorum” diyordum. “Duygularını göstermiyorsun, ben hasta olsam umurunda olmaz” diyordum. Şimdi adım atarken “kolumu sıkı tut” diye tembih ediyorum. Akşamları elim, kolum, ayağım. Nasıl da umurunda olduğunu görüyorum.
Sen misin işte öyle diyen? Oturdum yine popomun üzerine. Tabii ki en kötüsü bu olsun da insanın öyle tempodan çıkıp, sonra tuvalete bile kendi gidememesi çok sinir. Bir de koltuk değneklerine alışamadım. Bacaklarım güçlüdür ama kollarda gücün g’si yok. Kendimi taşıyamıyorum. Yanımda kim varsa beni sıkı sıkı tutmasını istiyorum. Hani o sahilde paten – scooter kayan kadın kim, ben kim? Yalnız şunu da yazayım, mesela bugün dünden daha ustayım değneklerle. 🙂
Kızgınım kendime o cümleleri söylediğim için. Öyle düşündüğüm için. “Ben dedim diye oldu” demekle, “hadi canım ne alakası var” düşüncesi arasında gidip geliyorum.
Şimdi buna ister evrene giden mesaj deyin, ister karma, ister başka bir şey… Dilimi eşek arısı soksun. (Yok bak bunu da dememeliyim. Sokarsa alırım yine boyumun ölçüsünü.)
Ayrıca, amma abarttın diyenlere de kızıyorum. Tabii ki şükrediyorum ama terapistimin öğrettiği güzel bir şey var. “Önce küçük resme bakıp üzüleceksin, sonra büyük resme bakıp şükredeceksin.” Hani başımıza bir şey geldiğinde “şımarıklık yapma, neler yaşayanlar var” diyorlar ya, işte o yanlış. Geçici olsa da şu anda hayatımız epey etkilendi. Irmak, Arkın, annemler, iş-güç… Ve benim buna üzülmem lazım. Üzüleyim sonra da şükredeyim. İki gün üzüldüm. Geçti. Bu sabah banyoda, arkadaşım yıkanmama yardım ederken dedim ki “şu an bir kez üzüleceğim, ağlayacağım, sonra toparlayacağım.” Attım üzerimden bütün negatifliği. Şimdi diyorum ki bana bir mesajdı bu, “yavaşla” mesajı. O zaman yapmalıyım. Kızma faslı bitti. Artık büyük resme bakıp çok şükür demekte sıra. Çok şükür ki iyiyim. Bir daha “neden oldu” demeyeceğim. Bu yazdığımı siz de uygulayın. Önce üzülüp, sinirlendiğinizde ve sonra büyük resme bakıp çözdüğünüzde bir daha üzülmüyor, kızmıyorsunuz. Sorun gerçekten çözülüyor. Ah Fatma Hanım. Ne çok özledim sizi…
Bir de işin bu faslı var. Geçenlerde sosyal medyada garip bir mesaj aldım. Biri Arkın’dan ne çok şey istediğimi, iki kolum olduğunu, kendim yapabileceğimi yazmış. Şok geçirdim. Cevap bile vermeden engelledim. Böyle düşünen birine nasıl cevap vereyim? Abartıyorsun diyene ne yazayım? Kendisi burnu aksa yere yapışır, ama sana böyle yazar da yazar… Çünkü yazıyor, çünkü suratına bakmıyor o sırada, çünkü o bir klavye kahramanı… O mesajları görmüyor, binlerce geçmiş olsun mesajı için gülümsüyorum. Ne tatlı insanlar var çevremde diyorum. İyi ki varsınız gerçekten.
Bazı iyi niyetli olduğuna inandığım yorumlar da korkutuyor beni. Emboli örnekleri, kaynamayan kırıklar, üç ay yatan kişiler. Zaten bu aralar karışığım, söylenirken en ufak bir art niyet olmasa da korkuyorum işte.
Nazar yorumları da çok geldi de… Nazar konusuna şu anda girmek istemiyorum. O epey uzun bir mesele benim kafamda ve böyle hemen yazıp noktayı koyamayacağım bir konu…
Fakat en önemlisi ne biliyor musunuz? Yani yazıyı yazma nedenim. Öyle, anlattığım gibi cümleler kurmayın. “Ben dursam sen ne yaparsın, ay yoruldum dinlenmek istiyorum, azıcık yatsam şöyle…” gibi. Dönüyor, dolanıyor ve gerçekleşiyor o dilekler! Hem de beklenmedik şekilde. İşte buna çok inanıyorum. Hele şimdi, dört kat fazla inanıyorum!
Ne diyorduk? Kurmak yok cümle… “İşimi sevmiyorum” deyip işsiz kalınca neler yaşayanlar da var, her şeye kusur bulup kaybedince değerini anlayanlar da. İnsanız. Söylüyoruz bazen öyle şeyler. Ancak ne kadar sussak o kadar iyidir.
Ben yine aldım dersimi. Nedeni o ya da bu, doğru ya da yanlış… Şu an aklımdan geçen tam da bu. Bu sayede negatif cümle de kurmayacağım. Bazı şeyleri düşünmeyi böylece engellemiş olacağım. Bir çeşit benim yöntemim diyelim.
Son olarak ne diyoruz. En kötüsü böyle olsun, çaresiz olmasın karşılaştığımız hiçbir sorun… Şimdi dinlenme zamanı.
Bir de sizden bir ricam var. Daha sadece bir apartman uzağa gittim değneklerle, “nasıl yani” dedim. Engelliler düşünülmemiş. Biz pusetle ne kadar zorlanıyorduk, şimdi bu durumda zor oluyor, ya ömür boyu değneklere, tekerlekli iskemleye mahkum olanlar? Nasıl bu kadar düşünülmez, aklım almıyor. Sürücüler de keza… Karşıdan karşıya geçiyorsun, korna kıyamet. Ricam şu ki, bana bu konuda yaşadıklarınızı yazar mısınız? Hepsini derleyip toplayalım, uzun bir yazı oluşturalım. Tekerlekli iskemle, koltuk değnekleri… Belki farkında olmayan birkaç kişiyi uyandırırız. Yalnız mesaj değil, manyakanne@gmail.com adresine mail atarsanız çok sevinirim.