Cumartesi Ankara’daki korkunç saldırı gerçekleştiğinde, Irmak’la yalnızdık. Söz vermiştim iş yapmayacağım diye. Bilgisayarı açmadım, e-postalarıma telefondan da bakmadım ama haber de almam gerekiyordu.
Kah oyun oynadık, kah ben çaktırmadan haberlere baktım. İçim ağlıyordu, ama akamıyordu gözyaşlarım. Yüzümde sahte de olsa bir tebessüm vardı ona yansıtmamak için. Annemle konuşurken patlamayı ve Ankara’yı duyan Irmak endişelendi, “lastik patlamış” dedim istemsizce. İçim acıdı. Herkes gibi… Yandı. Herkes gibi… Ama oynamaya devam ettim. Masum, art niyeti bilmeyen çocuğuma yansıtmamak için rol yaptım. Hatta yeğenlerim geldiler bize kalmaya. Akşam 3 kızı uyuttuktan sonra oturdum bilgisayarın başına. Dehşetle izledim. İnanamadım. İnanmak istemedim.
Bu yaşananın tarifi yok. Biz bu şekilde kahrolduysak, orada bulunanlar, yakınlarını kaybedenlerin acılarının tarifi hiç yok. Olamaz da. Korkunç bir şekilde can verenler, tüm bu olaya şahit olanlar, gencecik canlar, 9 yaşındaki Veysel… Gözümü kapattığımda onu görüyorum. Sonra anne babası o bebekken öldüğü için yetiştirme yurduna giden, daha sonra koruyucu ailesi olan ancak onlar da vefat edince yurda dönen 36 Berna Koç. Zor bir çocukluk geçirmiş. Hani biz “acaba şöyle olunca etkilenir mi” diye her şeyi sorguluyoruz ya, peki onun çocukluğu? Azmetmiş, bir yandan temizlik işçisi olarak çalışırken, diğer yandan da üniversite sınavını kazanmış. Ama gidemedi işte… Daha onlarca insan hikayesi. İnsanın canını acıtan hikayeler… Politik görüşleri yüzünden “oh oldu” diyorlar ya, inanamıyorum. Aklım almıyor. Yitip giden gencecik canların arkasından yapılan bu yorumları, yakıştıramıyorum insanlara.
Diğer yanda da “buna üzülüyorsun, polislere üzülmedin mi” diye yapılan sosyal medya saldırıları, “güzel bir Pazar” diyerek yüklenen kahvaltı fotoğrafları, bu korkunç patlamaya üzüldüğüm için art arda gelen hakaretler, Levent Kırca’nın vefatını paylaştığımda yazılan hatırlamak bile istemediğim cümleler… Siyaset konuşmayı da sevmem, yazmayı da. Görüşlerim bana kalsın. Ama bir şeyi yazmadığım, üzülmediğim anlamına gelmez. Bazen yazarak tepki veririm, bazen susarak. Bazen anlaşılır, bazen anlaşılmaz. “Ona üzüldün de buna neden üzülmedin” soruları bana çok ters geliyor. Çoğu arkadaşımın paylaşımlarının altında gördüm bu soruyu. Sanki herkes anlaşmış da yazmış gibi… Ve evet, Pazar günü “eğlenceli” fotoğraflar paylaşılmasını da ters buldum. Tepkimi dile getirdim. Bu kadar sıradanlaştırılmasını yediremedim…
Biz ne zaman bu kadar korkunç olduk?
Ne zaman böyle kötüleştik?
Hep böyleydik de sosyal medya olmadığı için birbirimizin farkında mı değildik?
Neden kimse empati yapmıyor?
Neden birbirimizin fikirlerine saygımız yok?
Neden çoğu zaman at gözlüğü ile bakıyoruz?
Neden birkaç cümle için bir insanı yargılıyor, ona hakaretler sıralıyoruz?
Çocuklarımıza karşı da böyle miyiz? Kendi adıma söyleyeyim, ben öyle değilim. Dün arabada okula giderken her zaman dinlediği kanal yavaş şarkılar çalıyor diye şaşırdı, ben de “Çünkü o gün kötü şeyler oldu. Kimsenin içinden eğlenmek gelmiyor canım” dedim. Tamam dedi. Sorgulamadı. Kötü şeylerin ne olduğunu pek sormadı. Babasına yetiştirdi hemen sanki haberi yokmuş gibi, “baba sen balık tutmaya gittiğinde kötü şeyler oldu” dedi. Ufacık çocuğa empatiyi öğretmeye çalışıyorum. Arkadaşıyla bir sorun yaşadıysa, “tamam olaya şimdi de onun gözünden bakmayı dene” diyorum. Ufacık çocuk etkilenmesin diye sürekli oyun oynuyorum ve evet haberleri açmıyorum. Onun için öyle endişeler besliyorum ki, bunları bilmesini istemiyorum. Uzun zamandır mutluluk maskem var benim Irmak’ın yanında taktığım. Dedesi ameliyat olduğunda da, dayım hastalandığında da, babam by-pass olduğunda da, bu korkunç olaylar başladığında da kullandığım… Tabii ki bir şeyler anlatıyorum, ancak kesinlikle detay vermiyorum. Korkularım var. Her geçen gün artan korkularım. Bun ona yansıtamam. Bu yükü ona taşıtamam. Paylaşamam da… Irmak yanımda değilken de maske çıkıyor, cevapsız sorular birbiri ardına sıralanıyor.
Gerçekten tüm bunlar son bulsun istiyorum artık. Son bulsun. Anlayalım artık birbirimizi. Çıkaralım at gözlüklerimizi… Birbirimizi yargılamadan önce anlamaya çalışalım, olmuyorsa saygı duyalım. Deneyelim. Uğraşalım. Olmasın kimse canından, sönmesin hayatlar… Ağlamasın anne babalar, ağlamasın evlatlar…
Her ne kadar aklımızı kurcalayanları bir kenara bırakamasak da bazen kaçarak beynimizi kandırabiliriz. Ekim zorladı, Eylül sonu zorladı; kendimi arkadaşımın yanında buldum. Bakmayın arkadaş...
Offf cidden bazen kadın olmak yoruyor beni. Keşke Arkın gibi olsam. En ufak bir sorunda 10 sene önceyi hatırlatmaya başladım. Anneme söylüyordum, ben yapıyorum...
Gecenin bir yarısı, zaten zor uykuya dalıyorum; hoooppp “uyan”… Biliyorsunuz, geceleri uyumakla ilgili sıkıntılarım var. Ne kadar yorgun olsam da o gözleri kapatamıyorum. Sürekli...
Yıl 1999, 21 yaşındayım. Sabah Gazetesi’nin Bayan Sabah ekinde köşe yazıyorum. Sunulan fırsata bakar mısınız? (Gerçi herkese sunulmuyordu, kendimi de ezmeyeyim şimdi burada…) Aylarca...
O güzel yureğine eline sağlık senin gibi insanlar çoğalması dileğiyle…