Kızım Facebook’ta büyüdü!
Paylaşmayı seven insanlardanım ben. Kendimi bildim bileli arkadaşlarımla, ailemle iyi kötü her şeyi paylaşırım. Bazen bunun kötü yanlarını da gördüm ama huyumdan vazgeçmedim. Vazgeçmeye de pek niyetim yok açıkçası.
Anne olduktan sonra da bu durum aynen devam etti. Bunun ilk nedeni, herkesin Irmak’ı görmek istemesi. Onlarca kişiye her bir fotoğrafı, videoyu tek tek mail atacağıma facebook’a yüklemek, yazmak daha kolay oldu. Ben zaten sanırım facebook’u blog gibi kullanıyorum. Anıları bir deftere yazacagıma buraya yazıyorum, ileride de karıştırıp bulurum nasıl olsa diye. Bence fena fikir de değil. Çoğu arkadaşımın da takip ettiğini biliyorum. Buna geçenlerde iyice emin oldum. İşe gelirken, yıllardır görüşemediğim bir arkadaşımla karşılaştım. Çok da severim kendisini. Bana Irmak’ı sormakla kalmadı, abimin çocuklarını isimleriyle sordu, Irmak’ın eski maceralarından bahsetti. Meğer sessiz sessiz izliyormuş bizi. Diğerleri gibi rahatsız da olmuyormuş. J Tabii her zaman her konuda olduğu gibi her kafadan ses çıkıyor. Yok “aman nazar değer, aman paylaşma, aman sıkıldık”. Irmak ik iaylıkken benim bir hatam sonucu banyo yandı, herkes şu yorumu yaptı: “Facebook’a o kadar şeykoydun, bak işte nazar değidi” Bazen sakinleşmek için 10 değil, 500’e kadar saymam gerekiyor. (Bu arada şaka maka yangın çıktı evde, annemi hastayene götürdük, oksijen verdiler. Bu da ayrı hikaye ya…) Eee diyorum, sıkıldıysanız silin o zaman beni arkadaşlıktan. Okumaya mecbur musunuz? Bir arkadaşım da sürekli moral bozuyor. “Anne oldun saçmaladın, sadece Irmak yazıyorsun, sen aklını kaybettin…” gibi antipatik cümleler kuruyor. Peki o zaman silsene beni, ne duruyorsun?
Irmak da tanıyor Facebook’u. Beraber başkalarının yüklediği videolara, fotoğraflara bakıyoruz. Ama onun asıl sevdiği benim iPhone’um. Zaten sırf onun için yüklediğim 46 program var telefonda. Gayet sakin açıyor ve istediğini seçip oynuyor. Şu anda 2,5 yaşında ama cadı bunu 1 yıldır yapıyor. Bu programlar sayesinde İngilizce çocuk şarkıları ezberledi yeni kelimeler öğrendi, hayvanları daha iyi tanıdı. 3 boyutlu puzzle yerine iPhone puzzle’larını tercih ediyor. Hoş, puzzle ile arası hiç iyi değil, benim de olmadı zaten… Aslında ben onun bu yaşta İngilizce öğrenmesini istemiyordum çok karşıydım çocuklarına 2 yaşında İngilizce eğitim verenlere. Fakat yok işte, Türkçe çocuk programı yok. Olanlar da çok kötü. Ben de ona İngilizce’lerini yüklemek durumunda kaldım. Her programı da indirmiyorum. Bazıları resmen Hint İngilizcesiyle yapılmış, onları yüklemiyorum mesela. Bu aralar acaba ona bir iPod alsam da telefonumu kurtarsam mı diye düşünüyorum. Zararlı olmasın diye sürekli uçak modunda tutuyorum çünkü. Bazen onu uyuturken yanında uyuyaklıyorum. Bir uyanıyorum sabaha karşı, telefon açık. Korku içinde hemen uçak moduna alıyorum. Evet, konuşmadığımı sürece zararlı değil biliyorum ama korkuyorum işte. (Hem korkup hem de elinden telefonu bırakmayan manyak insanım, biliyorum.)
iPad için daha erken!
Pembe netbook’umu da kendisine ait sanıyor. Açıyor, koyuyor o minik bacaklarının üzerine “anne bak iş yapıyorum” diyor. Hatta notebook’u gösterip “bu annenin”, netbook’u gösterip “bu da benim” diyor. iPad alasım vardı ama durdurdum şimdi. Bu aralar yere atma huyu doruklara çıktı. Artık telefonu gözden çıkardım da, iPad’i ikinci gününde kırsın istemiyorum. Onun için biraz daha zamana ihtiyacımız var.
Eğer bana çektiyse, Irmak da sevecek telefon, bilgisayar oyunlarını. Hiç unutmuyorum, daha iki aylık. Sabah uyandı, emziriyorum. Telefonumda da o zaman markafoni’nin iPhone uygulaması yüklüydü. Bir baktım, taptığım, bayılarak giydiğim Oxs marka botlar 499 TL’den 79.90 TL’ye düşmüş. Hem de mavisi! Kredi kartı numaramı ezbere bilmediğim için alamıyorum. Türkiye’de bu rengi normalde satılmıyor, çıldırdım görünce. Çocuk emziriyorum, hareket kabiliyetim kısıtlı. Ayakkabı almak için emzirmeyi de yarıda kesecek değilim. Hemen Arkın’ı aradım. “Markafoni’den bana o mavi oxs’ları alır mısın” dedim. Hatta beyazı da vardı ama biz alana kadar o satıldı… Hem iPhone, hem online alışveriş hem annelik. Üçünü aynı anda idare etme başarısını gösterdim. Irmak’ın gardırobunun yarısı, benimkinin neredeyse tamamına yakını “online alışveriş” eseri. Çünkü mağaza mağaza dolaşmaktan, denemekten nefret ediyorum. Amerika’ya gittiğimizde outlet’te eşim kendinden geçmişken benim bir köşede sıkıldım diye ağlamışlığım var. Aşağı yukarı bütün markalarda bedenimi, ayakkabı numaramı biliyorum. Bunüne kadar 50 alışveriş yaptıysam sadece birinde tutturamadım bedeni. Online almanın tek kötü yanı, hemen sahip olamamak. Ama bu kadarına da katlanmak gerek. Bir de siparişin iptal olma durumu var ki… İki hafta önce Trendyol’dan süper topuklu mavi bir ayakkabı siparişi verdim arkadaşımın düğününde giymek için. Hatta elsibemi de ayakkabıma göre seçtim. Kargomun gelmesi gereken tarihte hâlâ kimseden çıt çıkmadığı için telefon açtım şirkete. “Ayakkabıda defo görüldüğü için siparişiniz iptal edildi” cevabıyla karşılaştım. İnanamadım. İptal edilmiş haberim yok, onu da geçtim “düğün ne olacak?“ Gittim başka ayakkabı aldım tabii. Markafoni, Limango, Trendyol… Hepsiyle sorun yaşadım. Ama ona rağmen onlardan vazgeemiyorum da. Belki daha az alışveriş yapsam bu kadar sorunla karşılaşmam. Örneğin mavi ayakkabı sorunundan sadece iki gün sonra yeniden Trendyol’dan alışveriş yaptım. Bazen düşünüyorum da, acaba hastalık mı bu bendeki? Sırf bu nedenle kredi kartımın limiti sadece 250 0 TL. Bildiğim, b,lmediğim her siteden bir şeyler aldığım, sanal kart da kullanmadığım için kartımın birilerinin eline geçme ihtimali çok yüksek. Bari çok harcama yapamasınlar da bana da patlamasın! J
Sadece ayakkabı için
Demin yine ayakkabı aldım mesela. Henüz hiçbiri elime ulaşmamış olsa da Irmak’ın da kışlık alışverişinin yarısını tamamlamış durumdayım. Ona ayakkabıyı denemeden alamadığım için, bir tek ayyakkabı için döküleceğiz sokaklara. Bir de zaten o konuda çok hassas cimcime. Kendi görüp beğenmezse, asla giymiyor ayakkabıyı. Cadı işte cadı! Ona bir şey alacağım zaman da ekran karşısına beraber oturup seçiyoruz. Ben kimim ki, cadıya sormadan ona bir şey alayım!!!
Yazın tatile giderken arabada sıkılmasın diye DVD Player da aldık yanımıza. Astık ön koltuğa çizgi film izliyordu. Bir baktım, eğilmiş ekranına dokunuyor. “Kızım n’apıyorsun” dedim, “kapatıyorum anne” dedi. Ekrana dokunarak kapatmaya çalışıyordu DVD Player’ı. Apple sağolsun, benim bile bunu yapasım geliyor bazen.
Bir de Youtube’umuz var eksik olmasın… Irmak zor yemek yiyen bir çocuk. O nedenle de denemediğimiz yöntem kalmadı. En sevdiği şey youtube’dan çocuklarla ilgili videolar izlemek. İngilizler sağolsunlar, çocuk şarkılarına çok güzel klipler çekmişler. Hem onlar, hem Tom ve Jerry (Irmak’ın söylemiyle Toni ve kedi) hayatımızı kurtarıyor. Yemek bitene kadar açık kalan youtube, kızımı doyuruyor. Eğer evde değilsek de iPhone yetişiyor yine imdadımıza. Bu sefer de ondaki oyunlar, ya da orda açtığım youtube kurtarıyor bizi. Yine bin kafadan ses çıkacak “bir şey izlettirereik yedirme” diye. E o zaman buyrun gelin siz yedirin bakalım. Kapım açık!
O kadar alışmışım ki klavye başında yaşamaya, el yazımın giderek çirkileşmesini boşverdim, asıl ctrl+F yapasım geliyor kaybettiğim bir şeyi ararken. 900 bin kelimelik word dökümanında nasıl aradığımızı saniyesinde bulmamızı sağlıyorsa bu komut, evde bir şey ararken de işe yarasa… Ya da çantamda anahtarımı kaybettiğimde “çaldırsam” da öyle bulsam. Ne de alıştık teknolojiye, komutlara. Bundan 10 sene önce ne yapıyorduk biz? Birbirimizi İstiklal’de Fransız Konsolosluğu’nun, Kadıköy’de Rexx Sineması’nın önünde bekliyorduk. Şimdi Foursquare, Places uygulamalarıyla olduğumuz yeri işaretliyor, buluşacağımız kişiye nerde beklediğimizi bile söylemiyoruz. Seviyorum teknolojiyi. İyi ki var. Seni de seviyorum Facebook. Twitter, senle daha birkaç ay oldu kaynaşalı ama sen de iyisin, her gün daha bir çok seviyorum seni…